Her cumartesi ve pazar olduğu gibi bu hafta sonu da adımlarım beni Ramazanoğlu Medresesi’ne götürdü.
Tarihin derinliklerinden süzülen taş duvarlar, asırlardır ilim ve irfanın mekanı olan bu medreseyi bir başka anlamlı kılıyordu.
Avluya adımımı atar atmaz, burnuma taze demlenmiş çayın buğulu kokusu ve kulaklarıma huzur veren nağmeler karıştı.
Birkaç adım ilerleyince, medresenin orta avlusunda toplanmış küçük bir grup dikkatimi çekti. Elinde def olan bir genç, ritmi yumuşak vuruşlarla belirlerken, yanında oturan biri gitarın tellerini nazikçe titretiyordu. Ney, yüzyılların derinliğinden gelen bir ahenkle sükûneti bölüyor, ilahilerin mistik havasına bir başka anlam katıyordu.
Bir köşeye ilişip çayımı aldım. Bardağın sıcaklığı avuçlarımı ısıtırken, ilahilerin sıcaklığı ruhuma dokunuyordu. “Gel gör beni aşk neyledi” dizeleri havada yankılanırken, gözlerimi kapattım ve kendimi bu ambiyansa teslim ettim. Burası yalnızca taş duvarlardan ibaret değildi artık; burası bir zaman yolculuğu, aşkın, maneviyatın ve sanatın iç içe geçtiği kutsal bir sahneydi.
Çevreme göz gezdirdiğimde, herkesin aynı dinginlik içinde olduğunu fark ettim. Kimisi gözlerini kapatmış, kimisi çayından bir yudum alırken derin düşüncelere dalmıştı. Medreseyi gezmeye gelenler, tarihi taş duvarlara yaslanarak bu manevi atmosferi içlerine çekiyorlardı. Bazen gitarın tellerinden çıkan ince mırıltılar, bazen de neyin içli sesi, ilahilerin sözleriyle buluşarak tarihle bütünleşiyordu.
Defin her vuruşu kalp atışı gibi ritmik bir şekilde yankılanıyor, sanki bu taş duvarlara asırlardır sinmiş hikâyeleri uyandırıyordu. Gitarın yumuşak tınısı ve ney’in zarif fısıltıları, sanatçının içtenlikle dile getirdiği ilahi sözleriyle harmanlanıyor, ortalık tam bir meşk havasına bürünüyordu. Her nağme, Ramazanoğlu Medresesi’nin avlusunda bir yankı buluyor, sanki taşların arasında dans ediyordu.
Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Çayımın son yudumunu alırken, içimi huzurla dolduran bu atmosferin bir parçası olduğum için şükrettim. Her hafta sonu buraya gelmek bir alışkanlığa dönüşmüştü belki ama aslında bu bir ihtiyaçtı. Ruhun dinlenmeye, kalbin huzur bulmaya, insanın kendini bulmaya ihtiyacı vardı.
Ramazanoğlu Medresesi’nde meşk her hafta sonu yeniden doğuyor, bu taş duvarlar sanatın ve maneviyatın harmanlandığı bir mabede dönüşüyordu. Ve ben, her defasında burada kendimi buluyor, aşkın neyleyip neylemediğini bir kez daha anlıyordum.